Ferman Karaçam
Köşe Yazarı
Ferman Karaçam
 

“Geceye Sürgün Sesim”.

Bilmem fark ettiniz mi geçenlerde Çıra Yayınevinden bu fakir kardeşinizin bir kitabı çıkmıştı? “Geceye Sürgün Sesim”. Üzerinde düşünülmüş, uzun süre “demlenmiş” ve daha çok da genç ve kendisini genç hisseden arkadaşlarımız için olduğunu düşündüğümüz denemelerden oluşuyor. Allah izin verirse, kimi pazar günleri bu denemelerden bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Peki sadece bunlar mı? Elbette hayır. Yayımlayacaklarımdan epey bir kısmı buraya, yani Haber7’ye kısmet olacak denemelerden oluşuyor, bunlar da henüz hiç bir yerde yayımlanmadı. İlk kez burada yayımlanacaklar. Bu pazar başlıyoruz. Arada merhum Raşit Hocamızla yaptığımız konuşmaları da pazar günleri yine bu köşede bulacaksınız. Bugünkü denememiz şöyle başlıyor: Meşhur “Heydar Baba'ya Salam " şiirini yazan Azerbaycan kökenli İranlı şair M. Hüseyin Şehriyar, uzun yıllar sonra kendisine gelen, sevgilisi Süreyya ile konuşmasını bitirirken diyor ya; " Geldin canım, peki ama neden bu kadar geç… " Bu sorunun cevabını gerçekten birçoğumuz bilmiyoruz. Başımıza gelen iyi bir şey neden geç kalır da başımıza gelen kötü bir şey erken gelir? Bir harfe istediğimiz sesi verememenin, bir cümleyi tam yerine konumlandıramamanın, bir şehri doyasıya yaşayamamanın burukluğu nasıl içimize, acıdan arta kalan bir tortu gibi çökerse, öyle çöker ve kalır, bu sorunun cevabı...! Geç kalmaların, geç gelmelerin, size geç kalanların, sizin geç kaldıklarınızın sizde bıraktığı; bir şairin “Haziran da Ölmek Zor", diğer bir şairin "Temmuz Temmuz" diye sızlanışı ya da bir başka şairin “Ağustos’a” geç kalışının sonsuz ve ebedi acısı gibi çöker içinize… Şehirler, içinde yaşayan insanlara rengini veriyor. Tıpkı boz bitkilerin arasında boz çekirgenin, yemyeşil çimenlerin arasında da aynı renk sürüngen ve böceklerin yaşadığı gibi. Dikkatle bakarsanız, parktaki bankın üstünde omuz omuza oturan yaşlı çiftlerin de birbirleri ile nasıl aynîleştiğini fark edersiniz. İnsan mekânı; zaman da hem insanı hem mekânı dönüştürüp birbirine benzetiyor. Ankara'dakiler de Ankara'ya benziyor. Ankara'nın bürokrata dönüşmüş, dönüşen ve dönüşmekte olan insanları, o dev gri devlet binalarından sokaklara taştıkça, onlarla oturup konuştukça, iyice farkına varıyorsunuz; bu insanlar devletin duruşuna göre renk alıyorlar. Devlet aksırınca bunlar nezle olmaya hazır, elinde mendil bekliyorlar. Sürekli teyakkuz halinde, devlet nabzı dinliyorlar, hükümet icraatı kolluyorlar, birbirinden bilgi almak için, açıkça yüz yüze söylenen sözlere değil, söylenmeyenlerin arasından sonuçlar çıkarmaya ayarlı duruyorlar. Sanırım Ankara'ya İstanbul'dan gidince çok dinleyip, çok susup, az konuşmak gerekiyor. Neme lazım, niyet okuyucularının çoğu orada mevzilenmiş, ne olur ne olmaz? Halil İbrahim'le birlikte Çankaya'dan aşağıya, Kızılay'a doğru yürüyoruz. Hava sert, güneş arada bir görünüyor. Sıkıcı, boğucu bir yürüyüş sürerken bir ara ansızın serinlediğimi, ferahladığımı hissediyorum. Sağ tarafımda İbrahim var. Sol yana dönüyorum. Karşıda yol kenarında onar, on beşer metre uzunlukta, üç-beş metre yüksekliğinde yan yana iki deniz fotoğrafı. Muhteşem bir çekim. Dikkatle bakıyorum, arka planda boğaz köprüsü görünüyor, o akıl çelici, camgöbeği yeşili suların gerisinde. Ön planda Türkcell'in şu meşhur tavşan kulaklı, kukuletalı küçük sarı kızı. Anlaşıldı, bu bir reklam. Fakat merak ediyorum, Türkcell bu fotoğrafı buraya koymak için belediyeden para almış mıdır, vermiş midir acaba! Bu soru da çok garip bir soru ama olsun canım biz, Ankara'da İstanbul'u yaşamanın sevinci ve huzuru ile yürüyoruz bu defa...! “Ankara’nın en güzel yanının İstanbul'a dönüşünün olması." diyen Yahya Kemal'i rahmetle anarak... Buradaki mağaza vitrinlerinde şu İstanbul'da hemen her vitrinde gördüğümüz doksan dokuzlara pek rastlamıyoruz. 599 TL ye takım elbise, 399 TL'ye üç gömlek, üç kazak, üç pijama ve üç takım da çorap :) Hatta geçen gün büyük bir alışveriş merkezinin vitrininde şöyle bir rakam görmüştüm: 1299,99…böylesini kim almaz, değil mi ki henüz doksan dokuzun bir üstündeki can yakıcı rakama ulaşmamış. İstanbul vitrinlerinde o can yakan bir üst basamaktaki rakamlar, Ankara'nın vitrinlerine de konur mu bilemem ama giderek yakasında çok farklı rozetler taşıyan insan sayısı, yüzde yüz eminim, İstanbul'un onlarca katı fazladır. Ankara, yakalardaki rozetlerin fazlalığından da anlaşılacağı gibi bir hayli “politik” bir şehir. İnsanları, İstanbul'da yaşayan bizlere göre sanki daha az stresli gibi geldi bana ama Ankara’da ne kadar dolaşırsanız dolaşın, vakit ezanları gürül gürül değil İstanbul’daki gibi… Umuyor ve diliyorum ki Ankara'ya iner inmez tıpkı İstanbul gibi her köşesinden yüzünüze bizim uygarlığımızın rüzgârı vursun. Bizim uygarlığımızın kokusu elbette er veya geç Ankara'nın ruhuna da sinecek fakat önemli olan, bu ruhun daha erken ve hissedilir olarak sinmesi. Değilse, sonunda bir gün Süreyya gibi çok geç kalabilir ve bir Şehriyar da çıkıp ona der; “geldin canım, peki, ama neden bu kadar geç?"  
Ekleme Tarihi: 28 April 2025 - Monday
Ferman Karaçam

“Geceye Sürgün Sesim”.

Bilmem fark ettiniz mi geçenlerde Çıra Yayınevinden bu fakir kardeşinizin bir kitabı çıkmıştı?

“Geceye Sürgün Sesim”.

Üzerinde düşünülmüş, uzun süre “demlenmiş” ve daha çok da genç ve kendisini genç hisseden arkadaşlarımız için olduğunu düşündüğümüz denemelerden oluşuyor.
Allah izin verirse, kimi pazar günleri bu denemelerden bazılarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Peki sadece bunlar mı?

Elbette hayır.

Yayımlayacaklarımdan epey bir kısmı buraya, yani Haber7’ye kısmet olacak denemelerden oluşuyor, bunlar da henüz hiç bir yerde yayımlanmadı.

İlk kez burada yayımlanacaklar.

Bu pazar başlıyoruz.

Arada merhum Raşit Hocamızla yaptığımız konuşmaları da pazar günleri yine bu köşede bulacaksınız.

Bugünkü denememiz şöyle başlıyor:

Meşhur “Heydar Baba'ya Salam " şiirini yazan Azerbaycan kökenli İranlı şair M. Hüseyin Şehriyar, uzun yıllar sonra kendisine gelen, sevgilisi Süreyya ile konuşmasını bitirirken diyor ya;

" Geldin canım, peki ama neden bu kadar geç… "

Bu sorunun cevabını gerçekten birçoğumuz bilmiyoruz.

Başımıza gelen iyi bir şey neden geç kalır da başımıza gelen kötü bir şey erken gelir?
Bir harfe istediğimiz sesi verememenin, bir cümleyi tam yerine konumlandıramamanın, bir şehri doyasıya yaşayamamanın burukluğu nasıl içimize, acıdan arta kalan bir tortu gibi çökerse, öyle çöker ve kalır, bu sorunun cevabı...!

Geç kalmaların, geç gelmelerin, size geç kalanların, sizin geç kaldıklarınızın sizde bıraktığı; bir şairin “Haziran da Ölmek Zor", diğer bir şairin "Temmuz Temmuz" diye sızlanışı ya da bir başka şairin “Ağustos’a” geç kalışının sonsuz ve ebedi acısı gibi çöker içinize…

Şehirler, içinde yaşayan insanlara rengini veriyor.

Tıpkı boz bitkilerin arasında boz çekirgenin, yemyeşil çimenlerin arasında da aynı renk sürüngen ve böceklerin yaşadığı gibi.

Dikkatle bakarsanız, parktaki bankın üstünde omuz omuza oturan yaşlı çiftlerin de birbirleri ile nasıl aynîleştiğini fark edersiniz.

İnsan mekânı; zaman da hem insanı hem mekânı dönüştürüp birbirine benzetiyor.

Ankara'dakiler de Ankara'ya benziyor.

Ankara'nın bürokrata dönüşmüş, dönüşen ve dönüşmekte olan insanları, o dev gri devlet binalarından sokaklara taştıkça, onlarla oturup konuştukça, iyice farkına varıyorsunuz; bu insanlar devletin duruşuna göre renk alıyorlar.

Devlet aksırınca bunlar nezle olmaya hazır, elinde mendil bekliyorlar.

Sürekli teyakkuz halinde, devlet nabzı dinliyorlar, hükümet icraatı kolluyorlar, birbirinden bilgi almak için, açıkça yüz yüze söylenen sözlere değil, söylenmeyenlerin arasından sonuçlar çıkarmaya ayarlı duruyorlar.

Sanırım Ankara'ya İstanbul'dan gidince çok dinleyip, çok susup, az konuşmak gerekiyor.
Neme lazım, niyet okuyucularının çoğu orada mevzilenmiş, ne olur ne olmaz?

Halil İbrahim'le birlikte Çankaya'dan aşağıya, Kızılay'a doğru yürüyoruz.

Hava sert, güneş arada bir görünüyor.

Sıkıcı, boğucu bir yürüyüş sürerken bir ara ansızın serinlediğimi, ferahladığımı hissediyorum.

Sağ tarafımda İbrahim var.

Sol yana dönüyorum.

Karşıda yol kenarında onar, on beşer metre uzunlukta, üç-beş metre yüksekliğinde yan yana iki deniz fotoğrafı.

Muhteşem bir çekim.

Dikkatle bakıyorum, arka planda boğaz köprüsü görünüyor, o akıl çelici, camgöbeği yeşili suların gerisinde.

Ön planda Türkcell'in şu meşhur tavşan kulaklı, kukuletalı küçük sarı kızı.
Anlaşıldı, bu bir reklam.

Fakat merak ediyorum, Türkcell bu fotoğrafı buraya koymak için belediyeden para almış mıdır, vermiş midir acaba!

Bu soru da çok garip bir soru ama olsun canım biz, Ankara'da İstanbul'u yaşamanın sevinci ve huzuru ile yürüyoruz bu defa...!

“Ankara’nın en güzel yanının İstanbul'a dönüşünün olması." diyen Yahya Kemal'i rahmetle anarak...

Buradaki mağaza vitrinlerinde şu İstanbul'da hemen her vitrinde gördüğümüz doksan dokuzlara pek rastlamıyoruz.

599 TL ye takım elbise, 399 TL'ye üç gömlek, üç kazak, üç pijama ve üç takım da çorap :)

Hatta geçen gün büyük bir alışveriş merkezinin vitrininde şöyle bir rakam görmüştüm: 1299,99…böylesini kim almaz, değil mi ki henüz doksan dokuzun bir üstündeki can yakıcı rakama ulaşmamış.

İstanbul vitrinlerinde o can yakan bir üst basamaktaki rakamlar, Ankara'nın vitrinlerine de konur mu bilemem ama giderek yakasında çok farklı rozetler taşıyan insan sayısı, yüzde yüz eminim, İstanbul'un onlarca katı fazladır.

Ankara, yakalardaki rozetlerin fazlalığından da anlaşılacağı gibi bir hayli “politik” bir şehir.

İnsanları, İstanbul'da yaşayan bizlere göre sanki daha az stresli gibi geldi bana ama Ankara’da ne kadar dolaşırsanız dolaşın, vakit ezanları gürül gürül değil İstanbul’daki gibi…

Umuyor ve diliyorum ki Ankara'ya iner inmez tıpkı İstanbul gibi her köşesinden yüzünüze bizim uygarlığımızın rüzgârı vursun.

Bizim uygarlığımızın kokusu elbette er veya geç Ankara'nın ruhuna da sinecek fakat önemli olan, bu ruhun daha erken ve hissedilir olarak sinmesi.

Değilse, sonunda bir gün Süreyya gibi çok geç kalabilir ve bir Şehriyar da çıkıp ona der; “geldin canım, peki, ama neden bu kadar geç?"

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yenidevirhaber.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.